4 Ağustos 2010 Çarşamba

Mayalının ruhani dünyasında Quetzalcoalt kuş/yılan bilgeliktir.

Siyah saçları sağ omuzuna savrulmuş, alnına sıkı bir bağ takmış ve sol omuzunda ağır bir kütle ile ayakta durmaya zorlanan bu kırmızı pelerin, elli eltmış kişinin omuzlarında.

Bu omuzlarda taşıma olayı, kırk elli kişinin kütle olarak yürüyüşü ve tek bir ritm ile öne yanlara sekerek karşıdan gelişi çok ağı ve tantanalı bir tören. Mehter takımı gibi kütlesel, fakat elli kişinin zor taşıdığı bu ağır tabut altında mehterciler gibi geriye adım atma olanağı yok. Kortejin en dağdağalı bölümü de işte şimdi ortaya çıktı. Çok büyük bir sanduka... Roma İmparatorluk tahtı gibi masif gürgenden yapılmış bir kütlenin üstünde kırmızı pelerinli bir suret...

Kızılderili yerlilerin kent gettoları ile sokuldukları ve el ürünleriyle göründükleri Antigua’nın pekçok özelliği var. Birisi Semana Santa, kutsal hafta fantasyası. Bunlardan birisine yine tanık oldum. Elimde kamera geçit törenini izliyorum. İspanyolca öğrendiğim ve Güney Amerika gizemine kapıldığım kent Antigua'ya bu beşinci gelişim.


Kortejin şaşalı bölümü hemen önümdeki yola çıktı. Yükselen ilahiler gök yüzünü tutuşturmuş mor, mavi tütsüler arasında keskin ve gür işitiliyor. Bu yürüyüş dosdoğru iki ileri bir sağ ve bir sol yanlara ırgalanarak ilerlerken ayaklar altında kalacağımı düşüneren korktum. Tabut ya da tahtravellinin en üstündeki kırmızı pelerine bakarken, onun önünde kırmızı pelerinli bir melek, mavi giyiti ile yere çömelmiş sol eli ile ileriyi gösteriyordu.

Bu davranışın ne anlama geldiğini daha fazla düşünmeden biraz aşağıya baktım. Tahtı tam en önde ve ortada tutan mor giyitli ve beyaz türbanlı adam, iki kolunu gerdiği yanlarda büyük kütleyi yönetiyordu. Yürüyüş kaptanı o.

Çok geçmeden bu kütle halının önünde göründüler. Buhurdanlıklar, yağdanlıklar, tütsüler ve mızraklılar yanlara çekilmişti. Taht, üstündeki kırmızı pelerin ve öndeki melekle bu halının üstünden geçti. Yerden talaş tozu yükseldi. Evet! Renk rek boyanmış talaş tozlarından halı, bu yola günler süren bir işçilikle döşemişti. Şimdi kutsal hafta törenleri sona doğru ilerliyor.

Değerli İzleyici,

Antigua’nın pekçok özelliği var. Semana Santa haftasında Tanrı’nın annesi Maria omuzlarda taşınır. Tanrı’nın Oğlu Lord İsa’yı omuzlarda taşıyacak erkekler haftalar önceden listelere yazdırırlar isimlerini. Para öderler bunun için yüklüce, tanrısal erdem varmak için belki de.

Yaklaşık altmış kişinin omuzları üzerinde öne arkaya yanlara, yaylana ırgalana denge tutturarak ağır adım ilerleyen bu kocaman sanduka tahmin edildiğinden ağırdır. Önde orkestra şefi havasında birisi yönlendirir bu yürüyüş ritmini. Giyitler baştan aşağı çok renklidir.

Çocuklar, tütsü taşıyıcıları buhurdanlıklarla en önde yürür. Cengaver suretleri iki yanda, kortejin içine kaçak ya da kaçamak girişlere mızrak gerer. Rüzgarın oğlu bile geçemez bu mızrakların arasından. Dünyanın hiçbir yerinde böylesine görkemli bir hafta yaşanmaz. Cadde, sokak tümü de nazlı nazlı hazırlanır günler önce o büyük hafta için. Fener alaylarının geçeceği her yer dolup taşar. Gezginler çok önceleri oda bulur, han ve oteller o günler için dolup taşar.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Fotoğraflar SonMez'in kendi arşivinden.
Tekin Sönmez, Radikal Gazetesi gezi eki, 19 Mayıs 1998, İstanbul

16 Temmuz 2010 Cuma

Maya Halkı’nın eski kültürleri Guatemala’da yaşar, Antigua’da karnavala dönüşür; Onuncu yazı

Romalı cengaverlerden bir bölümü karşıda. Diz kapaklarına dek uzayan, beyaz zemin dikey çizgili eteklikleri, sağ ellerinde kalkanları, başlarında miğferleri, gergin sol kolları, ayaklarında çarıklar, bir ucu yere dayanmış imparatorluk mızraklarıyla heykel gibiler. Gözleriyle ufka mıhlanmış, uzaklara bakıyor gibi görünürken kırmızı uçlu mızrakları ile her an kan dökmeye hazırlar.

Ne oluyor burada? Nedir tüm bunlar? Ters bir uçuşla, eskilerde kalan öteki bir galaksiye mi konduk? Donakalmış masal kahramanları mı bunlar yoksa bir sirk panayırında soytarı rolü oynamak için sahneye çıkmış palyaçolar mı? Ne olduğunu tam anlayamadık! Kamerama birkaç kez hızla basıyorum. Pozisyonumu değiştirmek için yerimden kıpırdadım. İleride sepetindeki birkaç şeyi başının üstünde taşıyan bir kadın gördüm. Epeyce ileride. Çocuğunu bir bohça ile sırtına vurmuş. Sağ eli ile sepeti tutuyor. Çizgili giyitlerini bir yerden anımsadım. Deklanşore bir daha bastım ve görüntüyü büyüttüm ve aldım. Biraz ötede buna benzer görüntüler ekrana girdi. Kızılderili, yerli iki kadın..

Evet! Bu manzarayı bir yerden amımsıyorum. Bu arada romantik bir uyku hali de yaşıyorum. Gerçeklerle mi bir aradayım? Yoksa düşlerle mi uçuyorum? Tam karar veremedim! Biraz daha kıpırdadım ve karşıma açılan ufku ilkin gözlerimle taradım. Romalı silahşörlerin karşılıklı çift sıra yüz yüze durdukları ortama yoğunlaştım. Yol boşluğunu ve onları derin bir bekleyiş gerginliği içinde buldum. Sezdim daha doğrusu.Roma imparatoru Sezar’ı mı bekliyorlar diye düşündüm. Roma İmparatorluk tacını ve tahtını İstanbul’a getiren ve burayı Başkent yapan I.Constantinus mu geliyor yoksa? Evet belki de o, bugünkü Sultanahmet Meydanı olan büyük alana girecek ve bu cengaverler de onu bekliyorlar..

Evet! Kameramı tam zum yaparak cengaverlerin tolgaları ve mızraklarıyla bekledikleri yola döndüm. Yolun ortasında çok wild/yaban renklerle işlenmiş bir halı gördüm. Bütün sır, bu bana görüntü olarak ulaşan manzaranın gizemi bu halıdaki motiflerde olmalıydı? Böyle düşündüm ve daha derin zum yaptım. Teleskop gibi bir kamera var elimde.

Değerli İzleyici,

Tam bir büyütme yapınca halı üstündeki desenleri şaşkınlıkla gördüm. Bu Quetzal Coalt! Evet Quetzal Coalt motifleri idi. Aman Tanrım? Korkunç bir kurban törenine mi yuvarlandım düşümde?

Quetzal Coalt kuş/yılan simgeleri.. Bunları düşünmeye zaman bulamamıştım ki, uzaktan tütsüler ve ilahiler eşliğinde bir melodi ses vermeye başladı.

Tam keçileri kaçırmak üzereyim ki bu yolun en ucundan tütsülerle yola çokan mor giyitli çocuklar göründü. Zincirlere bağlı buhurdanlıklarda, garip mor bir tütsü, havada grafikler çizerek yükseliyor ve yola boylu boyunca yayılıyordu.

Bu yağlıkları en son nerede görmüştüm? Pagan Constantinus ile İstanbul’a gelen öncü grupların ellerinde bunlar vardı. Yol, arkaik Roma dönemlerinde görülen doğal taşlarla döşenmişti. Bu taşların üzerinden geçen öncüler halıya basmadan yanlara doğru açıldılar. (SÜRECEK)

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Fotoğraflar SonMez'in kendi arşivinden.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Bolivya, Amerika kıtasının Tibet’i Teraslarla yanlara ve gizli geçitlerle yukarılara, gökyüzüne galaksilere doğru yükselen İnka kenti; Dokuzuncu yazı

Sırtımdaki pılı pırtı gezgin yükümü incitmeden yıktım hana.

'Buenos Dias' dedim, 'Tienas una habication para mi?'
'Buenos Dias, Si, hemos.'

'Günaydın,'dedim. 'Bana bir oda var mı?' 'Günaydın,' dediler gülümseyerek, 'var, evet.'

Acımasız bir terör kıyamından kıl payı kurtulmuş, yersiz yurtsuz bir mülteci gibi Panama City’den kaçıyordum.
Dünyanın en kolay başkenti La Paz’ın, bana yüreğini açacağını bilmiyordum henüz. Güney Amerika'nın Tibet'i, Bolivya'nın başkenti olan bu kenti daha ilk gün sevdim.

Değerli İzleyici,

Şu anda bulunduğum köşeden, katedral arkada bırakılarak yürünürse dosdoğru Mercado Camacio karşılar sizi. Geriye dönülüp Avenida Montes (Altiplano’ya çıkan yol) ile Merkez Otobüs Terminali’ne ulaşır ve kentler arası, ülkeler arası iletişim, ulaşım sağlanır. Bütün bunları o köşede durduğum zaman bilmiyordum. Bir mucize bir tansık oldu!

Daha biraz önce oldu bunlar! Bu İnka söylenceleriyle hava boğluğunda, bulutlarla ilerleyen merdivenler başkentinde yukarı çıkışta zorlanan bacaklarım dur, dedi. Durdum!

Köşeden sağa, aşağıya doğru, Calle Socabo’ya ulaşılan boşluğa baktım. Bir de ne göreyim! Posado Torino, işte orada yazmıyor mu! Sırt yükü altında ezilmiş omurga nasıl doğrulur, görmeliydiniz! Bir dilenci gibi bükülmüş gövdem doğruldu. Bu birkaç bin metrede çarıklarım ağır çekimden kurtuldu. Anneme kavuşacakmış gibi o yöne fırladım.

Ben de burayı arıyorum! Teraslarla yanlara ve gizli geçtilerle yukarılara doğru büyüyen bu han, dünya gezginleri için ünlü ve çekimlidir. Sırtımdaki pılı pırtı gezgin yükümü incitmeden yıktım hana. 'Buenos Dias' dedim, 'Tienas una habication para mi?','Buenos Dias, Si, hemos,' yanıtı aldım. Şimdi elma şekeri verilmiş çocuklar gibi neşeliyim. Terasa oturdum, sırtıma İnka güneşi vuruyor ve ben bu satırları size buradan yazıyorum.
Sevgi İçtenlik...

Tekin SonMez, 1 Mayıs 2010La Paz, İspanyol serüvencilerin, altın düşkünlerinin gelişlerinden önceki zamanlarda, Tanrıların buyruğuyla barış yeri sayılmış. Fakat bu bile yetmez Bolivya’nın en büyük kenti La Paz’ı tanımlamaya. La Paz İnkalı masallarla bugünkü gerçekler arasında inilip çıkılan bir merdivenler kenti, basamaklar vadisidir. Bolivya Başkenti denilir.

Gerçek ise bu değildir. Kağıt üstündeki kurallara göre adını, bağımsızlık savaşındaki ünlü General Antonio Jose de Sucre’den alan, Sucre Bolivya’nın Başkenti'dir.

Yönetim kadroları ise La Paz’da oturur ve ülkeyi yönetir. La Paz, bu ilişkide gerçek 'facto-fact' bir başkent gücündedir.

La paz’ı, İspanyol konutan Alonso de Mendoza 1548’de almış. Ardından başlayan keşif, Choqueyapu Kanyonu’nda altın rüyaları olmuş. Altın arayıcılarının ateşi hızlı sönmüş. Bununla birlikte La Paz, Gümüş Yolu üzerinde olması nedeniyle, İspanyol istilası sonrası gelişimini tamamlamış.

Potosi’den kalkan ‘gümüşkervanları’ La Paz’ı güzergah, bir anlamda ‘kervansaray mekanı’ yapmışlar.

Bu yüzyılın ortalarında köylü göçü hızlanıvermiş La Paz’a. Bugün bir buçuk milyon dolayındaki nüfusuyla La Paz, Bolivya’nın en kalabalık ticaret, kültür ve endüstri kentidir. Bunların yüzde 65 bölümü İnka kökenli yerlilerdir.

Aymaralı ve Quechua dilini konuşurlar. Başkent ortasında dört yana sarmaşık gibi tutunmuş kutucuk kondulara, binlerce merdivenle çıkılıp inilir her gün.

Amerika Anakarası’nın Tibet’i diye tanımlanan Bolivya aynı zamanda Güney Amerika’nın fiziksel kalbidir. Dünyanın en doruklarında kurulmuş başkent La Paz’da, yani And Sıradağları’nın ‘aynalı çarşısı’ndayım şimdi ve buradan sizlere sesleniyorum. Sesimi işitiyor musunuz?

4 Nisan 2010 Pazar

Panama City Çok kültürlü, kolonyal, modern ve korsan... Panama Kanalı İspanyollar, İngilizler, Fransızlar ve Haydutluk Söylenceleri; Sekizinci yazı

Panama City’de Kızılderili aramayın. Sormayın da. Yerli Amerikalıların renk tutkusu aklınıza düşünce kent içi ulaşımı yapan güllü otobüslere bakın; bunlar Antiller ve Karayip’ten Kara ve Kızılderili insan karışımı buraya özel mestizo esintileri vermiş.

Kolonyal yapıların yer aldığı Casco Viejo, gün ortası korsanlık geleneğini sürdürmesine karşın, bende hayranlık duyguları yarattı. Nostalji buradadır.

Bu eski bölgeyi beyaz ve mavi renklerle ışıltılı yapıları ve romantik sokakları sizler de seversiniz. Burada sokak hayduları söylenceleri özel günleri yaşadım ve aşağıda bunlardan parçalar sunuyorum.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
4 Nisan 2010, StockholmDeğerli İzleyici,

Pamana City’de ‘rehin’ kaldığım bir hafta boyunca, tek gözümü eski zaman haydutları gibi bağlayıp sokağa çıktım. İçinde yaşadığım Casco Viejo bölgesi, yani ‘old town’, gizlerini ancak böyle verdi bana.

Görüntüm aşağı yukarı bu izlenimi taşıyor. Guatemala’nın El Peten ve Güney Meksika’nın Chiapasının en isyankar ikliminden gelmekteyim. Eksik olan tek şey gözümün birisinin bir çaputla örtülmesiymiş meğer!

Afrikalı kanı ile yerli Amerikalı kanı (Kızılderili) karışımının yarattığı bu tür bir ‘mestizo’, modern olma iddiasındadır. Her iki kesim de yitik rüyaların çocuklarını, melankolik aşk melezliğine sunar bu kentte. Dudaklarda ise İspanyolca ezgiler kırık ve hırçındır.

Panama City’yi bu renk ve desen büyüsüyle bezeli otobüslerle geziniz. Yanınızda İspanyolca birlen bir korumacı da bulunsun bu sırada. Otobüsü yeğlemiyorsanız, taksi ile otelden ayrılmak en iyisidir.

Vardığınız yerde, hemen eşik önünde taksiden inmek yanlış olmaz.
Sözü edilen söylencelerdeki korsan ruhlar geleneği, ‘devam , gangsterliğe devam,’ demektedir Panama City’de.

Casco Viejo sokaklarını biraz melankolik fakat çok hızlı arşınlayarak ve kamerayı sık sık eski püskü paçavramsı bir torbadan, bir haydut gibi çıkarıp gerisin geri tıkıştırarak sizler için bu fotoğrafları çektim.

Sığındığım Hotel Central’in karşısındadır antik kathedral. Arkasında ve iki adım ötede Plaza de Bolivar Alanı bulunur. Güney Amerika bağımsızlık hareketinin efsane ismi Bolivar’ın anıtı buradadır.

Hemen solda San Fransisco Kilisesi ve yüz yüze bakan Ulusal Tiyatro, Kanal’ın açıldığı maviliğe yakındırlar ve zarif mimari örnekleridirler.

Üç adım ötede dillere destan, Başkanlık Sarayı sıkı koruma altındadır her zaman yanlardaki sokaklardan kuş uçamaz, yaklaşamazsınız bile. Halk pazarı (Mercado Publice) bu görkemli yapıların birkaç yüz metre ilerisinde, modern kent merkezine ulaşan ara bölgededir. Burada renk ve hareket vardır. Fakar dünya dardır. Yürünerek gidilmez.

Ben taksi kullandım ve sürücüsü ile korumacı koşulu ile anlaştım.
Bir de Hotel Central’in dolambaçlı labirentlerinden geçerek binanın çatısına, sırlı bir kapıdan çıktım. Bu saklı yolu; her nasılsa hayatta kalmış bir Kızılderili gösterdi ve kapının anahtarını elime sıkıştırdı.
Panama City’ye ve Kanal’a yol veren büyük koya ve masalsı yüksek gökdelenlere buradan doya doya baktım. Asıl niyetim bir kaçış yolu açmaktı Panama City’den dışarıya doğru. Havadan bir kaçış yolu.

Guatemala’dan yola çıkmadan önce, Panama City çevresinde eski zamanlardan kalma bir yelkenlinin beni beklediğini sanıyordum. Birçok gezginin hayalindeki bu tür taka ile oradan Ecuador’a, Kolombia’ya sıçramak, bir tutku gibi rüyalarımı sarmıştı. Panama’da yandı bunlar.

Tekin SonMez, Radikal Gazetesi, 16 Haziran 1997 Pazartesi

31 Mart 2010 Çarşamba

Machu Picchu Dünya’nın galaksilere açılan kapısı Peru'da, Titicaca Gölü, bir yanı Bolivya, öteki yanı Peru’ya açılan sınır; Yedinci yazı

Titicaca,dünyanın en yükseklerinde ve en uzun Güney Amerika’nın da en büyük gölüdür. İnka Tanrılar Pentaonu, İnka Tarihi ve kültür zenginliği, bu gölde söylencelerini yaratmış. Bu göl yaşamda/ölümde, düğünde dernekte bir yanı ile Bolivya, öteki yanı ile Peru’dur.

Peru sınırına bir göz atıp yüklendim avadanlıkları Titicaca Gölü’ne baka baka köye girdim. Bolivya tarafına düşen bu köyün adı Copacabana.

Güneş Tanrı Virakokna insan soyunu burada yaratmış. 'Bunlara bir de efendi gerek' demiş göle bakarak. Monka Kapak ve Mama Okllo iki kardeş, Güneş’in öz çocukları. Lord Virakokna’nın buyurması üzerine Güneş’ten, Copacabana’ya inmiş, evlenmişler. İnka Hanedanı ve birbirlerini kırıp geçiren Kızılderili klanların yönetimi başlamış o günden sonra. Dünyanın her yerinde olan kargaşa sever insan soyu, ne yapalım ki burada da böyle dizginlenmiş söylencelere göre.
Değerli İzleyici,

Bu satırları Güney Amerika And Sıradağları'ndan yazıyorum. Buraya Bolivya Başkent'i La Paz'dan otobüsle geldim. Hemen birkaç yüz metre sonra gözüme kestidiğim bir posado (han) içine daldım. Peru için hazırtladığım avadanlıklarımı yıkıp, biraz ötedeki tepeye yöneldim. İki tepecik arasındadır Copacabana. Birisi eski masalları anlatır.

Ötekini şamanları basar bağrına. Söylenceli tepeciği sonraya bırakıp, şamanlarla ünlü tepeciğe çıkmaya durdum. Dört bin metre yüksekteki merdivenleri tırmanmak için Toroslu yörük ya da Orta Asyalı şaman ruhu bulmak gerek. Titicaca, dünyanın en yükseklerinde (3820 m) en uzun (170 km) ve Güney Amerika’nın en büyük gölüdür.

Ejderhalarla dolu bir dünya tasarımı için en uygun olan bu göl özerine pek çok şeyler söylenmiş, yazılmış. İnka Tanrılar Pentaonu, İnka tarihi ve kültür zenginliği, bu gölde söylencelerini yaratmış. Yarın buradan Puno, Peru'ya geçeceğim bu gölün bu yanı Bolivya öte yanı Peru’dur.

Bölgedeki arkaik insan öyküleri tüm And Dağları kültürünü kapsar. Paris'te Sacriko Tepesi yokuşuna benzer Copacabana merdivenlerini tırmanıp ilk sahanlığa çıktığımda gökyüzüne yaklaştığımı gördüm. Masmavi göl yaratılmış efsanesini aralıksız anlatıyor gelenlere. Güneş Tanrı Virakokna tepede. Sahanlıkta ise Kızılderili birkaç şaman var.

Birisi ilgimi çekti. Bu şamanın önünde bir kadın. Saçları özenle taranmış ve arkaya iki kara urgan gibi örüklenmiş modern bir Kızılderili bayan. Şaman büyü yapmakta. Elinde bir tütsü kabı. Şaman estirip üfürüp tükürüyor cine, ifrite kötü ruhlara. İyilik ayetlerini söylerken, gözlerini yumup soluğunu kadının yüzüne yüzüne veriyor.

Okuyup üfeleme ve tütsüleme işi sona erince, şaman biraz öteye seğirtti. Bir şişe kaptı ve patırtı ile açtıktan sonra, bayanın çevresinde dört dönerek bu şişeden fışkıran köpükleri püskürttü çevreye, havaya ve yere. Bunun Bolivya birası olduğunu sonradan anladım. Bira mayası, meğer çivili büyüleri bile söker geçermiş...

Sevgi,içtenlik...
Tekin SonMez

Yazı, fotoğraflar Tekin SonMez, Radikal Gazetesi, 30 Haziran 1997

1 Mart 2010 Pazartesi

New York, New York; ışıktan geometriler, kristal piramitler kenti Manhattan ve Kızılderili ruhlar; Altıncı yazı

'Susun dedim, fısıldayarak. Kızılderili ruhlar var aramızda.’

Sonunda nasılsa bir şeyi saydam algı kıvamında kavradık! Bir bulucu gibi coşku içindeyiz şimdi. Nasıl mı oldu? Çok kolay!

Manhattan’ı yirmi dört dolara Hollandalı Peter Minut’a (1626) satan Kızılderili yerli çoktan çürüyüp, kutsal bir karga gibi uçtu ve yitti; fakat ruhunu, capcanlı Kızılderili büyüleriyle tütsülüyerek Manhattan’a bıraktı.

Neler oldu? Beklenmedik bu durum nasıl böyle oldu? Çünkü yüreğini bu Kızılderili’nin, tıp tıp vuran yüreğini, batan güneşe karşı obsidiyenle çıkardılar, geometriler tılsımı olan elmas bir altarın üstünde yaktılar.

Bu nedenle gök gözlü kristal ve metalik geometrilerle tasarımlı hayaletler; bina, ev, gökdelen suretiyle Mannhattan üstünde ağ gibi salkım saçak kondurulmaya başlandı.

Geometriler gizemciliği ışıktan sırlı labirentler, simgeler, metaforlar dünyası ile bakın işte yüz yüze geldik. Geriye dönüş yolu, alev saçan lavlarla kapatılmıştı. Bir yaprak gibi arada sıkışıp kaldık.

Dışarıdan gelen kültürler hangi göç nedeniyle buraya varırlarsa varsınlar, Manhattan’a kadim Kızılderili ruh şekil veriyormuş demek ki! Hiç söz edildi mi?

Böyle bir Manhattan düşü bu satırların yazarından önce gören oldu mu hiç?

Klasik betimlerle çok söz edilir. İster yeni ister eski hep belli ölçekleri verir New York merkezi olan Manhatten. Çünkü yüreği hala daha obsidiyen altar üzerinde yanan Kızılderili ruhu işte bu New York denilen cinli kentin üzerini her sabah gün doğmadan önce örtüyor.

Değerli İzleyici,

Bu kente ilk ne zaman geldim? Belki de daha dün geldim! Kar diz boyu, kış, aylardan Şubat. Dünya Yazarlar Birliği New York toplantısına, yirmi dört yıl önce İsveç PEN üyesi olarak katıldığım günleri andım.

Bir de deli dolu kar yağışı altında salkım saçak Brokklyn Köprüsü fotoğrafları çektim. Bunları daha sonra yayımlamak üzere, on üç yıl önce Radikal'de yayımlan 'ışıktan geometriler, piramitler kenti..' başlıklı aşağıdaki yazı ile sizlere ses vermek isterim. Sonra geriye dönüşler olacak. Bakın işte ilk haber! Burada değişen hiç bir şey yok!
Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez
Manhattan, New York, 13 Şubat 2010
"Bir koşu Down Town için yola çıkıyoruz. Down Town New York ‘un ünlü borsa merkezini içine alır. Niyetimiz bu alanda borsa işlerini yakından görmek değil. Sadece aşağı Manhattan a ineceğiz.

Bu cinli kentin haremine varmak istemiyle ilkin kadim metro labirentlerine daldık. Columbus Circle adıyla tam köşe yol ayrımı gibi öne açılan Central Park South’a çıktık.

New York’un, bu iki cinsli dilberin sımsıcak bir eli olan kent haritası avuçlarımızdadır.

Gördüğümüz gibidir he şey. Karşımızda yüksek ve silindirik mermer bir sütun, dorukta Bay Columbus ayakta ufku taramaktadır. Columbus anıtını arkada bırakıp, çemberin dışına çıktık. Güney Ameriak fatihlerinin atlar ve kadınlarla yükselen zafer anıtlarından birini gördük hemen.

Sağa genişleyip ileri uzayan Central Park yukarı Harlem’e doğru iki önemli kültür merkezini koltuklarının altında tutmuştur.

Metropolitan Museum of Art ve öteki yakada Metropolitan Opera House-Linclon Center.

İlk sözünü ettiğimiz 5 th Avenü’de definelerini saçarken ötekisi Broadway ile Columbus Avenü’nün çakıştığı noktada açar perdelerini.

Kentlerin arasında dünyanın en uzunlarından biri olarak anılan Broadway Caddesi, kendimizi tutmasak tam Mannhattan burnunda çakışan Water Street’a atar bizi. İlk fırsatta yürüyerek ya da metro ile bu yolu sonuna dek gidebiliriz."

Yazı, fotoğraflar Tekin SonMez, Radikal Gazetesi, 25 Ağustos 1997

23 Ocak 2010 Cumartesi

Peru, Copacabana Gölü üzerinde insanlığın gözünden uzak, fakat tanrıların arabalarına çok yakın Uros'a yolculuk; Beşinci yazı

Bugün, Peru’ya bağlı, fakat tanrıların arabalarına çok yakın bir yerde ve hem de tarihin kıyısında unutulmuş Uros halkının yaşadığı yeri görmek üzere yola çıktık.

Toplam birkaç yüz kişiyi kapsayan bu isim, yazısız bir kavmi tanımlar. Duraksız yüze yüze, kıymık boyu yer değiştiren bir adacık.

Sözlüklerde, bu adı bulamazsınız. Fakat talih yüzünüze güldü Peru’ da Uros Adası’na yakın bir yoldan geçiyorsunuz. Küçük bir çabayla, on – on beş dakikanın ardından Urosluları ellerimizle koymuş gibi sazlıklar, kamış kulübelerle unutuldukları yerde göreceğiz.

Uygarlaşmadan uzak, tarihin kıyısında gölge altı bir yer. Zorlu yaşam nüfus artışını önlemiş. Çünkü burası dünyanın en yükseklerinde (3820 m) Copacabana Gölü'nün sunduğu hayat koşullarını barındırır.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 23 Ocak 2010Değerli İzleyici,

Adacığa iskelesi olan kent Puno’da, yerli gansterler tarafından soyulmadan bir gece geçirdik. Kentin batı kıyılarına doğru yürüyerek Copacabana Gölü’ne baka baka ulaşım yerini bulduk.

Merakla doluyuz. Zaman tünelinde kendilerini unutturmayı başaran bu halk, İnka Tanrılar Pentaonu mekânı Copacabana Gölü üzerinde kendilerini insanlığın gözünden uzakta tutabilmiş söylenenlere göre. Ada, gölün tabanından yukarıya doğru biriken saz yükseltisi katmerlerine oturarak oluşmuş. Uros kavminin ataları da tam böyle bir yer aramak üzere yollara çıkmak zorundaymışlar güya.

Kendilerini Colla ve İnka kavimlerinden yalıtmak (izolasyon) ve kültürel kimliklerini olduğu gibi hiçbir karışıklığa uğratmadan koruma çabasındaymışlar. Anlatılar budur.

Tarihi bilinmeyen bir vakitte yaşanmışlar ve insanlığın gözünden ırak, yazısız ve belleksiz bir kavim olarak günümüze ulaşmışlar.

Modern bir Kızılderilinin kullandığı taka bir motorla adaya giderken hem Copacabana’nın sırlı, büyülü manzaralarına bakınıyor hem de bu öyküyü düşünüyoruz kendi kendimize çünkü bu göl, insana susma duyumu verir.

Uzaktan, Oğuz Türkmen çadırlarını çağrıştıran görüntüler çıktı ortaya.
Suyun içinde gizli geçitlere benzer daracık kanallardan geçerek adaya vardık. Karaya çıktık, diyemeyeceğiz. Çünkü toprak yok ayaklarımızın altında. Balçıklara gömülmemek için uyarılıyoruz hemen.

İşte sazların üzerinde balık kurutan bir kadın. Balık, hemen oracıkta, hemen bütün ada ahalisinin günübirlik en önemli besin maddesidir.

Hemen bütün konutlar sazlardan kurulmuş. Biraz ötede okul ve öğrenciler işte oradadır. Bu siyah tenli Robinsonları, turistlere ve gezginlere tanıtmak isteyen motorlar seyrek olsa da getirip boşaltıyor yolcularını. Topu topu bir 30 dakika harcadık ve çevreyi kolaçan ettik.

Dönüş vaktimiz geldi. Kafamızda uçkun soru simgeleri var. Tanrılar mekanında, öteki insan kavimlerinden uzak yaşamayı başarmış bir halk. Kültürlerin karışımıyla oluşan bugünkü uygarlık ancak şimdi geçmeye başlamış bu adacıktan.

Tekin SonMez, 1995, Copacabana, Peru
Tekin SonMez, 1 Eylül 1997, İstanbul Radikal Gaz.

15 Ocak 2010 Cuma

Guatemala'da renk panayırının izinde ve tanrıların terasları Todos Sandos; Dördüncü yazı

Dağ doruğu Todos Santos, antropolojik bir müze çağrışımı verir. Sıklamen geçişli kırmızılar... Alev alev kızıllık ve mavi tonlarının yanı sıra beyaz, siyah ve yeşil de unutulmamış. Hayır turkuaz yok. Çivitsi bir gökyüzünde kızılcık bir fiesta var sanırsınız. İşte bu renk panayırı, binlerce yıl öncesini sergileyen desenler karnavalıdır. Size özgü, sizin olan renk totemine yaklaşmayı deneyeceğiz bugün. Genlerinizdeki renk duyumu ile cıvıl cıvıl konuşan simgeler dünyasına evet. Her renkte gizli bir cin (enerji) olduğu sanılıyor.

Burada herşey çocukluk rüyalarınızdaki civcivli renk karnavalıdır.

Cristobal da Las Casas’dan (Meksika – Chiapas), Palenque Örenleri, diye yola çıktık. Meğerse o gün, bir de ne görelim! Yanlış otobüse binivermişiz! Anlaşılmaz bir büyü varmış bu değiş tokuşta.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 14 Ocak 2010 Değerli İzleyici,

Guatemala’ya doğru, La Mesilla yönüne yuvarlanarak gitmekteyiz. Kılımız bile kıpırdamıyor bu tuhaf otobüs değiş tokuşundan. Sınırı pekala alesta alabanda keyifle Guatemala’ya geçtik.

Sınırdan kahramanlar gibi geçip Huehuetenango’ya vardık, yolculuğa huzurla ara verdik. İki yol var önümüzde! İki seçenek! Quezaltenango’dan Solola ve Atitlan’a varır bunlardan birisi. Ötekisi ise dağ doruğu (2.450m), tanrıların terasları olan Todos Sandos.

Gözlerimizi mistik bir enerji le üzerlerine çeken cümbüşlü desen desen labirentler; giyitler, urbalar buradadır. Todos Sandos antroplojik bir müze çağrışımı verir bu açıdan. Sıklamen geçişli kırmızılar...

Alev alev kızıllık ve mavi tonlatının yanı sıra beyaz, siyah ve yeşil de unutulmamış. Hayır turkuaz yok. Çivitsi bir gökyüzünde kızılcık bir fiesta var sanırsınız. Renklerin cini yapar bu hınzırca şakayı. Hayır, habis bir cin değildir bu. Her gezgin kendi geninde saklı bulunan totemler dünyasına dalacak ve ardından giyim kuşam satın alacaktır.

Bir panço, bir heybe, bir yelek; sıklamen ile gökçe mavinin hovardaca birbirine karışması. Çapkın ve erotik dalaşmalar.

Kızılcık yalımında bel kemeri. Siyah/beyaz çizgilerle donanmış giyitler var. Fakat buna enerji veren cin, sıklamene dönük kıpkızıl bir labirentte apansızın durarak, kobalt mavi derken, mora dönüşüyor.

Gelin de söz anlatın bu haylaz cin’e! Sizler de Todos Sandos’a bunun için geldiniz. Hani unutulmuş bir zaman kesiti ve renk simgeniz var!

İşte bu renk panayırı, binlerce yıl öteleri sergileyen cıvıl cıvıl desenler karnavalı, gezginleri beklemekte hep. Arkeoloji ve tarih sayfalarının tozlu dolambaçlarına sık sık dalışlar yapmak, çoğu gezginde bir susuzluk duyumu yaratacaktır.

Bu susuzluk, insan genlerindeki renk duyumunun başkaldırısı yerine geçer. Örneğin Coban, Tikal, Palenque gibi ören gezisi ardından, işte Todos Sandos gibi renk katlarına çıkmak da var.

Bu renkler psikolojik duyumla (ışık çeşitlilikleriyle renk fizyolojiktir) insana haz verir. Hem o arkaik dönemlerden kalan örenlerde ne tür giyitlerle insanların yaşadığı gözler önünde canlanacaktır.

Todos Sandos da işte bunun için iki gün, iki gece durduk. 'Ekstra illegal' genlerimizde saklı gizli renk cini ortaya çıktı. Gezginlikte kimileyin bu tür esriklik de yaşanır. Evet renkte gizem var!

Tekin SonMez, 1995, Todos Santos, Guatemala

Tekin SonMez, 1 Aralık 1997, İstanbul Radikal Gaz.

10 Ocak 2010 Pazar

Guatemala, Atitlan gölü kadınları anlatır; Üçüncü yazı

Atitlan Gölü, kıpkızıl dilleri bir fersah dışarıda volkanların alevlerinden çok, suya dönüşen Kızılderili Kadın’ı anlatır. Pedro de Alvarado’nun kanlı istilasıyla başlayan kaçıştan, tecavüze uğramamış kaç yerli kadın Atitlan’a sığınacak? Bu ünlü soykırımda rehin alınmış ya da kölelik kurallarıyla yok edilmiş erkeklerden kalan, hamile kadınlardır bunlar.

Değerli İzleyici,
Guatemala Kızılderili Söylence yurdu Lago de Atitlan’a gidiyoruz şimdi.

Vadiye ulaşacak yollar nereden ve hangi yönden gelirse gelsin şurada, Solola’da kesişirler.. tıngır mıngır.. zil, def ve kasetlerde İspanyolca ezgiler ve otobüsler bu ritmi verir gezginlere!

Şaman bilgesini içine gömen su, Lago de Atitlan gülümsemektedir. Çoğu gezgin bu topraklara vardığında büyüleyici piramitleri, taşlara işlenmiş hiyeroglif anlatısını ve kurban altarlarını görmek ister.

Lago de Atitlan’a böyle kalıtlar, örenler için gitmiyoruz. Renklerin ve desenlerin büyülerinden oluşmuş, kadınların parmaklarından dokuya dönüşmüş tılsımları yerinde tanımaya gitmekteyiz. Doğa kültürü var karşımızda. Tanrıların öfkesiyle yaratılan bir doğa kültür kalıtı evet.

Solola işte tam bu kavşaktadır. Antigua’dan ya da Guatemala City’den ya da Meksiko sınırından La Mesilla’dan yola çıktık. Az gittik uz gittik ve magma ile ergimiş kadın bedenlerinin suya dönüştüğü vadiye yüksekten bakmaktayız şimdi.

Bu satırların yazarı yaşanmış bir 'gezgin/insan' hayal perdesi açıyor.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 10 Ocak 2010Söylence Şamanı şöyle girer söze:
Atitlan Gölü, bugünkü gibi bir Marmara Denizi iriliğinde değildir.

Alevli dilini dışarı sarkıtarak tanrısal öfkeyi dışavuran volkanların eteklerinde, balçık ve magmadan ibaret bir tür bataklıktır orası. Ergiyen magmayı gölün kıyılarına sel suları örneği ağdıran kraterler yurdu ve efsaneler labirenti Atitlan’dır burası. Volkanların güvencelik yerlerine ulaşamayanlar, gecenin gitmesini beklemektedir.

Söylence Şamanı der ki; onlar koştular, sürüne sürüne çıktılar tepelere, emekleyerek ilerlediler yorulunca, elleri kan içinde kalır kalmaz, dişleriyle kökleri tuta tuta volkanların yakınlarına vardılar. Doruklara ulaşmayı başaranlar oldu. Aşağıda gecenin ve karanlığın koynuna düşenler de... Dolunay yoktu o sırada, Samanyolu uzaklardaydı ki, ışık dirhem bile olsa sızmıyordu hiçbir yönden ve yerden. Fakat magmaların da köpürme vaktidir.

Tanrısal öfke kırbacını vurur, volkanlar kusmaya başlar magma ve eriyik özü/nü dünyanın. Aşağıda, volkanların güvencelik yerlerine ulaşamayanlar gecenin gitmesini beklemektedir ki, lavlar işte o kadınların üzerine gelir ve her şey bataklık olan çukuru doldurur.

Kadınlar ve magma birleştikleri zaman suya dönüşür, Atitlan Gölü yükselir. Geride hiçbir iz, yani hiçbir insan bedeni kalmamıştır.

Kaç bin kadının suya dönüştüğünü hiçbir Söylence Şamanı söylemez.

Atitlan Gölü kraterlerin ortasında ve denizden yüzlerce metre yüksekte, o günden sonra 'kadın anne' gibi sabırla insanları karşılamaktadır.

Tekin SonMez, 1995, Lago de Atitlan, Guatemala
Tekin SonMez, 11 Ağustos 1997, İstanbul Radikal Gaz.