9 Haziran 2012 Cumartesi

Tekin Sönmez ve turnalar... Muğla, Köyceğiz'den haberler... Köyceğiz Belediye Başkanı Sayın Erbay’ın anlamlı bir hamlesi işte...



Muğla, Köyceğiz’den turnalar geçti. Gölün üzerinden süzülerek geldiler ve hemen kıyıdaki düz alana indiler. Titreyen tül gibi bacaklarında pembe paçalıkları vardı. Turnaların renkli telekler gibi renkler, paçalarında parlıyordu. Diz çöküp yere vurdular dizlerini. Öteki bir bölük turna bu kez lacivert şalvarlarıyla indiler yere.


Elleri havaya tutunur gibi bir boşluktaydı.

Çizmeleri de vardı bu turnaların.

Eylen turnam eylen, ben de geleyim ezgisini söylemediler.

Başka bir şeydi bu. Pembe teleklere benzeyen şalvarlarıyla öne geçenlerin ardında, lacivert kanatlı kuşları çağrıştıranlar, ne çok döndüler havada, ne çok dövdüler yeri topuklarıyla.

Başlıkları, kemerleri, hançerleri, yemenileri, yazmaları, yelekleri, mendilleri, boyunlukları...

Tümü birden ırgalandılar öne arkaya, yanlara savrulurken ayakları yevre vurarak durdular.

Toplam yimi kadar turna, göle sürünerek, havaya tutunarak indiler.

Bir sözleri olmalıydı.Bedensel devinimleriyle bir ara konak anlatıları vardı belki de.

Narin pembe telekleriyle pır pır uçuşanların yanında erkekçe yere diz vuranları da tümü birden uçup gittiler. 

Adını ünlediler giderken.

Zeybek dediler yaptıkları devinimlere.   
Zeybek ne demek! İşte size bir soru!








İlkel toplumlarda bol hasat için yapılan doğaya yakarış töreni mi bu? 

Yoksa ansızın bastıran öldürücü, kötücül güce karşı toplanmak ve dayanışarak karşı çıkmak için bir savunma duruşumu bu?
Bu bedensel devinim dili, turnalar olsun, gelip geçen üstümüzden. 

Bir romantizm olduğu kadar, rasyonel bir duruş da vardı gelişlerinde ve gidişlerinde.
Hem geçmişi çağrıştırdılar hem de günümüze bir andaç bıraktılar giderken.


Aslında olayın aslı şuydu! Köyceğiz’de bir sokak şenliği diye sunuldu. Bana göre sokak şenliğinden fazla bir şeydi. 

Bellek taraması yaparken bellek arınması veren, arı duru bir çağrışım metaforu yumağı gibi dansettiler. Neler, neler gelip geçmedi ki gören gözler için.


Köyceğiz Belediye Başkanı Sayın Salih Erbay’ın anlamlı bir hamlesi işte. Belki de her yıl yapılacak, her yıl genişleyecek büyük bir şenlik için atılan ilk adım.

Belki de unutulacak bir girişim olarak bellek arşivlerinin tozlu labirentinde kalacak bir süre sonra. Ne olursa olsun, gelecek kuşaklarla, insan kaynakları ne ise onunla varsıllaşacağı gibi,  her yerde izlenen şey, yoksullaşabilir de.

Sonunda yetişmiş kaliteli insanla varolan ve yetişmemiş, yaban insanın yıkımıyla yokolan şeyler.. turnalar bir benzetmedir. 

Erich Fromm (1900 - 1980) gibi, 'tarım toplumunun bol hasat bekleme sırasında, kötülüklere karşı, kitlesel bir savunma güdüsü olarak,' bu dansların kökenine bakanlar olabilir. 

Ne olursa olsun! Güzellik duyumuna seslenen ayak, kol, el gövde devinimi ile açık olan lirik bir dil, topluluğun yarattığı ortak ritm, göz zevkine ve insan ruhuna seslenen töresel ve törensel bir görsellik; pembe, lacivert renk harmonisinde büyülü bir cazibe vardı ve onlar anılarda kaldı.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 02 Haziran 2012, Köyceğiz, Muğla.



Fotoğraflar: 02 Haziran 2012, Tekin SonMez


19 Mayıs 2012 Cumartesi

İzmit bir kent olarak nasıl yazılmalı... İzmitli arkaik yazarlar nerede... ve yazarımız Tekin Sonmez: Kentler mi insanları, insanlar mı kentleri.. diye, İzmit'de düşeduruyor


 Bu satırların yazarı bu kez Kocaeli Kitap Fuarı için İzmit’e geldi.  Geldi geldi de 'ne ola, hoş gelişler ola' diyen olmadı. 

Gülmeceli geliş oldu. Her yolculukta, her gezginlikte olduğu gibi, burada da  zihinsel, güncel ve yazınsal üç dünya kurdu ve doğal yaşamını korudu, her yerde olduğu gibi.  

Şöyle ki hep yaşamı savunma, sarmal/helezoni bir yay gibi göğsünün ortasında güm güm vurup duruyor. Varoluşu savunmak.. gibi süren bu durum, yazarımızın yazma hevesini vurdu vuracak derken... Yaşamı savunma ve koruma gibi bu refleks de nedir,  ne oluyor orada diye, soranlar var. 

Şöyle ki gardını hep yukarıda tutmaktır bu refleks. Nereden, neyin geleceğini bilmeden, gergin bekleyişler zinciridir. Bir yazar, bir yaratıcı, bir düşünür için bu durum hiç de şakacı değildir. Usunda yazılmakta olan ironik bir metin var. Sen Kocaeli Fuar alanına yakın bir otel peşinde koşuyorsun. Bir de yaşamın sana biraz olsun nükteli bir sıcaklık vermesini bekliyorsun. Çok şey mi bunlar!

Geldiğinden bu yana, İzmit bir kent olarak evet nasıl yazılmalı diye, felsefi bir sorunsalı var yazarımızın. 

Dünyanın en güzel elmas gerdanlığı doğal bir kent  olabilecek potansiyeli, doğaçtan elde eden bu topraklar için söylenecek ne var? Soluk alıp verirken, bu felsefi soru var düşünce dağarında yazarımızın.

 
Kurduğu tasarımla ilk gün caddeleri enine ve boyuna yürüyen ve yürürken valizini sürükleyen ve iki bilgisayar ve ağır avadanlıkları ve ter içinde asmalı köprüleri aşan yazarımız, zihinsel etkinliği ile düş kuruyor ve bir belde nasıl olursa kent olabilir ve orada güvercinler de olabilir mi, diyordu. 

Evrensel ölçütlerle kurulan kentlerle soluk alıp verebilir büyük yazarlar diye düşündü bir ara. Ne tuhaf! İzmitli arkaik yazarlar nerede, diye sordu. Yazarları olmayan kentler öksüzdür, diye bir ses işitti, gönlünde açılan labirentte. O sırada köprünün üstünde geriye dönüp baktığında fabrika bacalarıyla kuşatılmış denizi gördü. 

Orada romantik olmayan bir dünya duruyordu. O ara deniz tarafından anakara tarafına geçmiş olduğunu da gördü. Bir çocuk gibi,  nasıl geçtim diye, şaştı buna da.
Romantik olmayan bu dünyada, bu romantik deniz, bu içi içine sığmayan masmavi gökyüzü de ne oluyor diye düşündü merdivenleri yuvarlanarak indiği sırada.

Evet işte İzmit'e gelmişim.

Böyle bir ses maytap patlamaları gibi yükseldi içinden. Kendi kendisine; 'on gün burada yazarak yaşayacağım' dedi. Bu tasarım utopik olan bir düştü.

Bugün gelişinin sekizinci günü. Yarın dokuz..  kentler mi insanları, insanlar mı kentleri.. düşüneduruyor yazarımız...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 19 Mayıs 2012, İzmit / Koceli.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Smyrnalı Efsaneler, efsane yurdu Basmane, İzmir'in içinde adı Basmane olan aynalı çarşı ve yazar, yaşam, yapıt ve bir de yazarımız.


Bu satırların yazarı Tüyap Kitap Fuarı için İzmir’e geldi. O ara yazdıkları sitede yayınlandı.  Zihinsel, güncel ve yazınsal üç dünya kurdu ve doğal yaşamını korudu o koşulda.

İyi de.. yazarımızın düşünsel arkaplanını oluşturan ağ nedir? Bir deneme örneği. Bu satırların yazarı İzmir’i önceden tanımıyordu. 13.4. 2012'de Cuma günü akşama doğru İstanbul'dan Pegasos Havayolları ile geldi ve Havaş otobüsü onu Fuar'a yakın bırakmadı ve Büyük Efes Oteli'nin önünde bıraktı. Yazarımız iki bilgisayarın  araç ve gereçlerini taşıyan çantasını çekerek adı Basmane olan semte yakın Fuar alanına ulaştı. 

Fuarın açılışı olacaktı ve yazarımız, sorumlu olduğu tanıtım standı önünde kitap severleri güler yüzle karşılayacak, onlarla konuşacak, dileyenlere kitaplarını imzalayacaktı. İki etkinlik yazarımızı bekliyordu. Bunlar tasarımdam kılgıya dönüşürken, yazarımız öteki insanlar gibi doğal yaşamını sürdürüyordu. Saat 18: 00 sularında standı genel hatları ile hazırlamıştı. Kitaplar oradaydı duvar yazıları gelmemişti. Öncekilere oranla bu haliyle stand çekim yitirmişti.


Bunlardan da önemlisi, yazarımızın konaklama yeri yoktu. Bir yardım aldı ve Oteller Sokağı denilen Basmane İstasyonu karşına ulaştı. Bir otel tek kişilik geceliği 70 lirada ısrar etti.  Bunun üzerine başka bir otele yönlendirildi. Bu kez geceliği 35 lira olan otel, 2.kat tırmanılan merdivenler bir gece için orada konaklamayı zorunlu kılıyordu. Yazarımızın sağ bacağı diz kapağından ayak bileğine dek uzun bir çelikle mıhlanmıştı on iki yıl önce ve merdivenler olmasa daha iyi olacaktı. Öğlen yemeği yememiş ve İstanbul, Topkapı’dan Anadolu Yakasındaki Sabiha Gökçen Havalimanına gitmiş, öğlen yemeğini atlamıştı ve açtı yazarımız. Otelde çalışanlara sordu. Halk tipi Türk Mutfağı olan bir aşhane var mı? Onu ana caddede bir lokantaya götürdüler. Üç yarım kap sebzeli ile bir sütlaç için 20 lira ödedi ve buraya bir daha gelmem dedi, içinden. 
 

Çünkü o İzmir’e tanıtım standı için ve iki etkinlik için gelmişti. Satış ve maddi getiri, ilk hedef değildi. Şöyle oldu, yazarımız, Basmane’yi görmek için yürüdü ve 3 kap yemek 5 lira yazılarını gördü. Çevirme tavuk 5 liraydı. 
Oralarda otellerden geçilmiyordu. Oysa ona İzmir’de konaklamanın zorluğu söylenmiş ve hatta geceliyi 50, 60 ytl olan kurumsal konukevlerinin aylarca önceden dolduğu anımsatılmıştı. Üstelik kent dışında ve her gün gidiş ve dönüş toplam iki saatlik uzaklık sorunu vardı. Yazarımız günün yorgun ağırlığı içinde iki saatini yollara veremezdi. Bursa Fuarı sırasında bu konu yormuştu. İzmir’e böyle geldi. 

Basmane onu bekliyormuş gibi, kanatlarını açtı ona ve onu kucakladı. Geceliği 20 lira olan bir otel.. odalara baktı ve dışarıya penceresi olan soldaki odayı seçti. Ertesi gün Muzaffer Otel’e geçti ve oda temizliğini beklerken sordu. 
'Burada kahvaltı yapılacak bir yer tavsiye eder misiniz?'
Edip Bey yakındaki bir pastaneye götürdü. Bal, kaymak ve bir fincan süt için 3 lira ödedi, servisi yapan Sebahat Hanım özenliydi.
Yazarımız her sabah aynı saatte ilk fotoğrafta görünen yerde kahvaltı yaptı. Dokuz kardeşli bir aileden, ve eşi güvenlik görevlisi olan ve bir çocukları ile Manisa'dan gelen Sebahat Hanım’ın adı, Bahar Hanım oldu. 

Tüm bu süre içinde Otel sahibi Edip Bey, gece görevlisi Mihrali Bey ve kahvaltı servisi yapan kişiler değişmedi. Otelin Sahibi Edip İpek Bey Urfa’dan gelen varlıklı bir ailenin beş oğlundan birisiydi ve İzmir doğumluydu.  Yazarımız Urfa doğumluydu. Yazarımızın annesi, o daha beş altı yaşındayken Urfa’da ölmüştü ve mezarı orada kaybolmuştu. Böyle bir hemşerilik ve duygudaşlık doğdu o sırada. Erte gün sabah otelde Edip Bey dedi ki: 
‘ Çok şey yapmışsınız, yazmışsınız.. çok gezmişsiniz!’

Yazarımız şaşkınlıkla: ‘Nereden biliyorsunuz,’ diye sordu. 
‘İnternet! Tekin Sönmez diye yazdım, o kadar... İnternette her şey var gece hepsini okudum.’ Böyle konuşa konuşa kahvaltı yerine dek onu geçirdi Edip Bey ve ikinci gün sahip olduğu eski bir evin arkaik mozaiklerini nasıl koruduğunu (sağdaki fotoğraf) gösterdi. Şaşırtıcı öyküler anlattı.


İş burada da kalmadı, gece görevlisi Mihrali Bey, hemen o akşam dedi ki: ‘Hemşeriyiz! Kars konusunda çok şey yazmışsınız, anneniz ve babanın Karslı değil mi?’ Yazarımız yine şaşırdı. Mihrali Bey: ‘Ben Selimliyim, siz Sarıkamışlısınız’ dedi. Bakın nereden nereye... 
Değerli İzleyici güler misiniz, ağlar mısınız...
Ne oldu biliyor musunuz? İlk konuşma yaptığım etkinlikte Mihrali Bey en ön sırada oturdu. Edip Bey,  salonu bulamamış, etkinliğe ulaşamamıştı. Fakat büyük panelde, 'Edebiyata ve Yansıma yazarlarına vefa ve saygı' adlı, Necati Mert'in, Celal Özcan'ın, Burhan Günel'in, M. Sadık Aslankara'nın katıldığı panelde, Edip Bey ve  Mihrali Bey en önde gururla izlediler paneli.  
Bir şey daha oldu, son gün iş yerinden izin alarak 22 Nisan'da Fuara ve standa gelen Bahar Hanım'a 'Söylence Berlin' adlı romanını armağan olarak imzaladı yazarımız. 24 Nisan’da kahvaltıya giitiğinde Bahar Hanım coşkuyla dedi ki: 'Efendim, kitabınız çok sürükleyici, elimden bırakamıyorum!' 

Yazarımız buna da şaştı. 'Evet,' diye yineledi Bahar Hanım: 'bakın' dedi 'kitap burada iş olmayınca okuyorum. 145. sayfadayım.'
Değerli İzleyici güler misiniz, ağlar mısınız... 
Yansıma Dergisi'nin kırkıncı yılında Yansıma'yı ve Tekin Sönmez'i konuşma gündemi yapmak isteyenler, Söylence Berlin'i okumadan, Tekin Sönmez'i konuşma gündemi yapmak istediler. Oysa Söylence Berlin' 20 yıl önc yayınlandı ve yeni basımlar da yaptı.  Dahası, '75. doğum yılında, Tekin Sönmez, Tekin SonMez'i romanları ile anlatıyor' proğramına gelmediler bu arkadaşlar.
Oysa bir yazarın ve yapıtlarının, yaşamla yoğrulan arkaplanında bunlar da ve bunlar da anılmalı. Anılmalı ki, bir yazarın arka planı olduğu gibi yapıtların arkasında yığınak yapan duygudaşlık sevinçleriyle de işte böyle dolup taşabilir yaşam. Yazar, yaşam ve yapıt üçlemesi diyorum, işte bu, biraz da budur.

Bakın Fuarda olanlardan hiç söz etmedi yazarımız. On gün boyunca, Fuar sonrası iki gün bu bölgede yaşadı yazarımız ve bu bölge ile akran ve duygudaş bir varlıklaşma ile İzmir’den ayrılmaya hazırlandığı bu saatlerde bunları yazdı ve uzaya attı. İnsan bilmezse ve unutursa, uzay bilir ve anımsar, dedi. Şimdi bir anlamda yazarımıza bir Hindistan çağrışımı veren Basmane sokakları, ona sokaklardaki aşhaneleri ve hemen oracıkta yapılan börekleri ve tatlıları ile onu bekleme çağrısı da çıkardılar. 

Yazarımız burada yalnızlık ağına ve ağıtına düşmedi. Uzak bir ülkeden gençlik ezgileri gibi gelen Hindistan düşleri onu orada bir daha sardı ve o bu duygularla oturdu yazmaya. İşte yazar, yapıt, yaşam denilen sırlı üçleme  böyle oluştu.

İşte ancak bunlardan sonra, bakın ne oldu! İşte ancak bunlardan sonra, efsaneler yurdu Basmane, eski adıyla Smyrna’nın kehanet merkezine yakın olan Agora 23 Nisan'ı, 24 Nisan'a bağlayan gece yazarımızın düşüne girdi. Yazarımız bunu bilmiyordu o güne dek. İzmir’de böyle arkaik bir düş masalı olduğunu bilmiyordu işte…

İzmir’den ayrılmadan bir gün önce, yazarımız o sabah Agora’ya gitti. Bir aşk kenti olan Smyrna gizemlerini, orada Roma Çeşmesi adı ile akan su sesi, evet, ağlayan suyun sesi içli bir ayrılık ezgisi gibi anlattı yazarımıza.
Smyrnalı Efsaneler nasıl doğar ve nasıl yayılır?  Yazarımız unutmaz, sıra ona da gelecek. Şimdi 25 Nisan Çarşamba. Saat 12:00, yazarımız saat 15:00 sularında, zihninde Smyrnalı ayrılık, acı ve özlem söylenceleri ile İzmir'den uçacak...

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 25 Nisan 2012, İzmir, Basmane. 

18 Şubat 2012 Cumartesi

Tam da Bank of Amerika’nın önünden geçtiğimiz sırada arkadan hızla gelen ve bize çarpmamak için fren yapan otobüsün lastikleri asfaltta ergimişti...

Hangisi ve neresi olduğunu bilmediğim karanlık bir kentten kaçış planı yaptığım sırada New York’da olduğumu öğrendim. Üşüyor ve korkuyordum. Yorulmuştum. Yön duygumu yitirdiğimi anladığımda korkum iyice arttı. Belki de yönler değişmişti, bilemiyordum.

Cep telefonu yoktu yanımda. Zaman konusunda kavrama yeteneğimi zorladım ve dillerini anlamadığım insanlar arasında yalnız, tek başına kaldığımı gördüm. Işıklar çok hızlı küçükten büyüğe doğru bir yanıp bir sönüyordu. Büyük ışıklara sıra gelince gözlerimi kapatıyordum.

Kaçışmalı devinimler, arka arkaya düşen gölgelerle koşuşma ritmi ve kulaklarıma ulaşan sesler çoğaldığı sırada, azgın bir denizin kıyıdaki kayalara vuruşu gibi patlayan ve tıslayarak geri çekilen darbe sesleri sıklaştı.

Oradan uzaklaşmak için geriye, geldiğim yöne doğru koşmayı denedim. Karşıdan karşıya geçiş için konulan ışıklarda kırmızı ve sarı renkleri yer değiştirerek bir çakıp bir sönüyordu. Oralarda karşı yola geçmek için davrandım ve sarı ışıklara bakarak yola indim. Ben yolun ortasına indiğimde ışıklar kırmızıya geçmişti.


Kaçış ritmimi sürdürdüm sırada yoğun bir trafik akışına düştüğümü gördüm.
Cankurtaranlar, yangın yerlerine yetişmek için siren sesleriyle yolu dolduran cüsseli araçlar, yönü belirsiz bir kargaşayı simgeliyordu. Yolun karşısına geçmekte zorlandım bir süre. Kapılarına dek dolu karanlık otobüsler, karartılmış dönemeçlerde hayalet gölgeleri gibi titreyip ileri geri giderek üstüme geliyor ve tam orta yerde bana çarpacağı sırada yere mıhlanır gibi durma alıştırmaları yapıyorlar sanısınına kapıldım o sırada.

Otobüsün içinde insanlar değil de gölgelerden silüetler çığlıklar atarak ileri fırlamak isteklerini anlaşılmaz mimlerle bana belirtmek istiyorlar izlenimi edindim. İtfaiye araçlarından sarkan hortumlar, yol boyu bir zincir gibi salınan otobüslere su sıkarak yolu temizleyecek gibi kükreyerek geçip gidiyordu o kargaşada yine de.
Birbirlerini ezerek koşuşan ve yumak olmuş insan gölgelerinden yükselen çığlıkları yutan siren seslerine göre yön seçmeye karar verdiğim anda kendimi otobüslerden birisinin önünde buldum.

Ben bu gölgelerden birisi ve hem de tümü olduğumu anladığım sırada otobüs freni patlamış gibi dördüncü vitese geçti. Nereye gidiyor bu tren, diye bir çığlık sesi öteki çığılıkları ve tüm sirenleri bastırdı.

Hep bir ağızdan: tren değil yuvarlanarak giden bir otobüs içindeyiz ve rehin alındık galiba diye öteki yolcular, koro halinde ezberle yetişmiş okul çocukları gibi gürlediler. Bu gürleyiş gök yüzüne doğru yükselirken, gökdelenler titreyerek sallanıyordu. Yoksa Zeus mü gürlüyor yukarıda diye anlamaya çalıştığım sırada başka şeyler oldu. Yol iyice doldu ve yukarıdan kül yağmaya başladı.

Tam da Bank of Amerika’nın önünden sıyrılıyorduk ki, arkadan gelen bir başka otobüs hızla geldi ve öne geçti ve durdu. O sırada vakitsiz çan sesleri mi yoksa minarelerden miktofonlarla çağlayan vakitsiz ezan sesleri mi tam anlaşılmayan tuhaf bir uğultu ayyuka çıktı. Nesnesiz bir uğultuydu bu fakat metalik tınılarla gövdeme giriyor ve oraya yerleşiyordu bu sesler...

Nesnesiz ve öznesiz bu uğultu, bir karabasan imiyle maddesiz bir boşluğun içinden fırlayarak geldi ve üstüme abandı kısa bir süre. Manyetik titreşim içindeydim ve gövdem radyasyonla yüklenmekteydi. Bu manyetik dalgadan çıkamıyordum.

Kuleler çöküyorlar üzerimize diyen, Çinli sürücü otobüsü bırakıp kaçmaya yeltenmek üzereydi. O giderse, bu otobüsü kim çıkarır Manhatten dışına, diyen daha yüksek tınılı başka bir ses çıktı. Böylece bir otobüste olduğumu ve kent dışına kaçmaya çalıştığımı anladım.

Hepimiz birlikte, Çinli sürücünün çevresinde şövalyelere giydirilen zırh gibi kenetlendik. Çinli sürücü iki ileri bir geri vitesi ile yaylanıp yola çıkacağı sırada, yanımızda motoru çalışmayan öteki otobüsten çığlıklar yükseldi.

Anlaşılan o ki, Tam da Bank of Amerika’nın önünden geçtiğimiz sırada arkadan hızla gelen ve bize çarpmamak için fren yapan otobüsün lastikleri sıcak asfaltta ergimiş ve motoru asfalta inmişti. Gölgeler halinde yolcular açağıya döküldüler. Evet! Motoru asfalta çöken ve üstelik eriyik lastikleriyle yolu da çökerten ve asfaltı tutuşturan bu otobüsü görüyordum. Asfalt cayırtılarla yanıyor, üstünde ne varsa tutuşturuyordu. Gölgeler halinde aşağıya inmiş yolcular, halatlarla ileri doğru sürüklemek, bu alev almış otobüsü çekip hendekten çıkarmak için gayrete geldiler.

Arkadan bir saltanat arabası gibi itilen ve hemen neredeyse bize bitişik bu otobüs bir an kendisini saran alevleri yutarak çalışır gibi tekledi ve motoru harekete geçti. Alevleri yutunca enerjisi geri gelen aküsü dolan otobüs kalkmaya başladı. Yolcular ite kaka yola çıkardıkları otobüse arka kapılardan dalmaya yeltendiler. Nedense arka kapı açılmadı.

Güçleri yetmedi kapıyı kırmaya. Doğu Irmağı ile öteki ırmağın taştığını görüyordum. Yükselen sular Manhattan’i silip süpürüyordu. Açılan ön kapıdan yeni yolcular ellerinde tarihleri silinmiş biletlerle, akın akın otobüse girdiler.Bu sırada otobüsü iterek harekete geçiren önceki yolcuların yeniden sıraya girmeleri istendi bu sırada. Oysa otobüste oturacak yer kalmamıştı ve çinli sürücü ayağa kalkarak, otobüsü itmek için inen yolculara seslendi.

İki saat sonra başka bir otobüs gelecek ona bineceksiniz. Ekledi: yer varsa tabii...

Sevgi, içtenlik.

Tekin SonMez, 26 Aralık 2011, New York New York.

25 Aralık 2011 Pazar

New York, Manhattan geometriler gizemciliği ışıktan sırlı labirentler kenti, bu kez bir kaçış gibi şaşkınca karşıldı beni...

New York daha önceleri kristal bir kent imgesi ile yer etti zihnimde.

Bugün durum böyle mi, değil mi?

Rüyalarla karılmış kristal bir beden gibi, ışıktan geometriler, kristal piramitler kenti Manhattan dedim yirmi beş yıl önce ilk geldiğimde.

Sayıklar gibi söylenerek; neden bu denli geç geldin, dedi geceleri rüyalarıma giren bu kent.

Geciktim evet! Geciktim!

Soğanlı Dağlarını aşan bir yolda devedikenleriyle dizleri soyulan annesiz, yalnız ve kimsesiz çocuk uzun/ince köprülerden geçti ve yine de burada işte, dedim.

Adı New York, New York diye yüz yıl önce pastoral bir adada doğan ve bir kızılderilinin uçkun çocukluk rüyalarıyla yaşayan Manhattan sonunda bağrına bastı beni.

Sonra araya tuhaf bir duvar gibi elde olmayan engeller konduruldu. Geciktim ikinci kez ve bu kent için verdiğim sözü yerine getiremedim. Sonunda bir şey daha oldu.

Işıyan duvarlarıyla her gelişimde beni düş dünyasına sürükleyen bu kent, bu kez nerede diye sordum.

Kara bir galaksi benzeri kendi içine akaduran bir gizem sarnıcı gibi, bu kent bu kez şaşkınca karşıladı beni.

Ne oldu, dedim. Evet bu kez böyle oldu, dedi. Boynu derince ısırılmış gibi soluk almada zorlanıyordu.

'Işıktan geometriler, piramitler kenti..' sanki gitmiş de…

Bakın işte ilk haber! İki yıl önce: Burada değişen hiç bir şey yok, demişim. Oysa bu kez farklı bir şey var! İlk haber, değişen çok şey var, diyeceğim.

Geometriler gizemciliği ışıktan sırlı labirentler, simgeler, metaforlar dünyası ile bakın işte şimdi, şunca yıl sonra yine yüz yüze geldim, diyeceğim sırada, bir de baktım ki karanlık saçan bir göktaşıyla geriye dönmüştü uzun gece.

Bir yaprak gibi arada sıkışıp kalmamak için koşuyordum.

Mannhattan tutma beni, yapacak başka işlerim var, dedim.

Evet kentten dışarı çıkmak istedim ve Çinli korsan otobüslerde o sıra oturacak yer verilmedi. Çince konuşan çok genç, ufak tefek uzun yüzlü, incecik bir adam, İngilizce konuşan iri yarı yolculara, iki saat sonra bir otobüs daha gelecek ve orada yer varsa sizi alacak, ne var bunda, sakince bekleyin, olmazsa bir sonrakinde yer olur, diyordu.

Sanki dünyanın batış filmi yaşanıyor, yoksul insanlar büyük kaçış için ucuz otobüslere koşuyordu. Evet, otobüste tek sürücü vardı ve o da Çince konuşuyordu.

Biletlerini önceden almış oldukları halde, otobüste yer bulamayan amerikalı yoksul yolcular, otobüsün camına taş vurarak, paramızı geri ver, diye bağırıyor ve otobüsün hareketine engel oluyorlardı.

New York denilen, Manhattan diye ünlenen kenti, tıka basa dolu Çinli korsan otobüslerle mi terkedecektim… Ne tuhaf hazır olmadığım bir ikilem gibi bir siren bu. Şöyle bir siren!

Hem de yaşamımda gecikerek geldiğim bu kentten, üstelik yazmaya söz verdiğim şeyleri yazmayarak, şimdi bu kenti acıyla terk edişimi hoşnutlukla yazmam isteniyor benden.

Hem de üstelik İsa'nın doğduğu bu 25 Aralık gününde...

Sevgi, içtenlik.

Tekin SonMez, 25 Aralık 2011, New York New York.

6 Mart 2011 Pazar

Buenos Aires ve tango! Nedir tango? Kıvrak bir coşku, naz ve utangaçlıktır tango.. Özde, nüfus hareketleri ve kültür; İkinci bölüm.

Bir; masal devinin başı kesik, koltuk altında tuttuğu başla, tango yaparak yanıyor gövde.

Yanıp yok olmak değil, yeniden yaratıyor kimliğini masal devi.

İki; masal, Buenos Aires ve çevresinde yaşayan on milyon insanı, geçmişe bağlıyor.

Üç; güya bu tarz bir Tango ile özlemlerini açıklayıp zorlukları yenebiliyor bu göçmen ruhlar.

Değerli İzleyici...

Evet, ruhumu bir süre Buenos Aires’de gezdirdim. Santa Maria Limanı’nda buldum kendimi. Dengeyi sağlayan kolların, bedenin yükünü çeken ayakların Tango aşkıyla nasıl coştuğunu orada gördüm.

Şimdi bir gerçeği, şöyle ki nüfus hareketleri ile oluşan yeni insanı anlamak için, on beş yıl önce yayınlanan izlenimlerimi sizinle paylaşıyorum. Göç olgusu nedir? Onu izleyeceğiz.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 6 Mart 2011, Stockholm.Kültür kimliği belirsiz bir masaldı ilk başlarda her şey.

Kültür kimliği belirsiz olan insanların arasında, Tango’nun ötesinde hiçbir şey, kültür kimliğini belirlemeye yetmiyordu.

Dans ederken ilkin varlığımızı belirtmek istiyorduk, sonra bazı şeyleri unutmak istiyor ve bir insan sıcaklığının gövdemize dokunmasını istiyorduk.

Göçmendik çünkü. Başkaldırı ritüeli gerekiyordu.

Ve Tango bunun için Buenos Aires’de ‘Porteno Tangosu’ adıyla 1880 öncesi barlarda, kıyı meyhanelerinde doğdu.

Tango öteki bir anlatımla bedenlerini ödünç veren kadınların yoğun olduğu eğlence yerlerinde doğup gelişti.

Bugünki Corrales Viejos kıyı bölgesi ilk doğum yeri araştırmacılara göre.

Başkentin büyük limanlara sahip oluşunu belirtmek için, kültürel kimlik sorunu, öteki bölgelere oranla daha önemlidir.

Porteno, bu anlamda Buenos Aires için, kültürel kimliksiz oluşu açıklamada kullanılır olmuş.

En altlarda yaşayanlar; liman işçileri, mezbahacılar, katırcılar ve sığırtmaçlar arasında gelişen Tango, giderek Portenolu’yu betimlemiş.

Katırcıların ve sığırtmaçların kırsal kökenli şiirleri ve gitar bir zenginlik vermiş Tango’ya. (Sürecek)




Tango’da erkek matadora dönüşebilir.




Yazı ve fotoğraflar, Tekin Sönmez, 20 Şubat 1996, Hürriyet Gazetesi

14 Şubat 2011 Pazartesi

Arjantin ve Buenos Aires, Tango'yu ve nüfus hareketleri tarihini, göçmenliğin tarihini anlatır veTango ise 'Sevgililer Günü' nü anımsatır; 12. yazı...

Arjantin Avrupalı nüfus hareketleri ile göçmenler tarafından yaratılan çok kozmopolit bir ülkedir.

Buenos Aires hem başkent hem de Tango’nun kalbidir.

Buenos Aires,(Bakire Meryem’den) 'İyi Rüzgarlar' anlamındadır. Buenos Aires’de hayat sadece futbol değil daha çok Tango’dur. Esta bien, iyi mi? Bueno, iyi.

Arjantin’den söz edilir edilmez çokluk Tango unutulur. Geometrik paralel caddeler, renkli kahveler, aşk unutulur. Kimilerinin dudaklarında alaycı çizgiler belirir. Askeri darbe gibi belki Falkland Savaşı ile geri çekilen askerler, futbol falan... Bu tür hatırlatmalarla dudak bükülür.

“Esta bien, doğru mu? No... pero si! Hayır... fakat evet!

Değerli İzleyici,

Tango ve Arjantin konulu bu dokümanter yazımın Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanmasının üzerinden on beş yıl geçti.

Bugün 14 Şubat 2011. Bu yazıya ve fotoğraflara yeniden dönüp baktığımda, gezgin ruhumun yer değiştirdiğini, evet boyutların değiştiğini görüyorum, fakat yazıda değişecek bir şeyin olmadığını da görüyorum. Aradan geçen on beş yıl, teknoloji kolaylıkları, yayımlama hızı yer ve boyut değiştirdi.

Yazarlık, fotoğrafçılık da yeni olanaklarla güçlendi. Bellek dışı olan, unutulmaya bırakılan çok şey, yazı, resim, deneme, mektup gibi herşey yeniden yine doğum yaşıyor ve izleyiciye sunuluyor. Yazma serüveni unutulsun mu?

Bu yazarın kaleminden çıkan Arjantin ve Buenos Aires ve tango yazısı unutulmaz. Neden? Şundan! Bu analitik yaklaşım, önyargıları değiştirmeye yönelik bir çalışmadır.

On beş yıl önce; 'Arjantin’den söz edilir edilmez çokluk Tango unutulur,' diyorum. Tango, salt bir dans değildir!

Göründüğünden daha fazladır! Sevgililer Günü olan bugün gibidir bir yanı ile. Öteki yanı ile de anılmaya değer, evet.

Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 14 Şubat 2011, Stockholm

Ne ülke Arjantin ne de Başkent Buenos Aires bu şekilde anlaşılamaz. Fakat evet, kimilerinin belleğinde böyle bir simge ile yaşar Arjantin.

Oysa göçmenliğin tarihini Buenos Aires'in kalbi anlatır. Tango’dur 'muhacir' Arjantinli’nin kalbi.

Anayurt, Avrupa özlemidir.

Kuzey Akdeniz’den getirilmiş zil, şal, gül ayrı bir potaya bırakılır. Yakınma, gözyaşları, geriye dönüş yoktur.

Sadece İspanya’dan değil, Almanya’dan, Fransa’dan, İskandinavya’dan yani Avrupa’dan kalkıp gelen gemiler yakılır. Başlayan ve süren Tango’dur artık.

Ölüm, ayrılık, aşk, özlem; yeniden yine doğum ile göğüs gererler bu topraklardaki yeni göçmenliğe.

Bu durumda Tango, sadece bir dans ve müzik değil, bilgelik de olur.

Bu durumda hem unutulmak istenen gerçeğin hem de varılmak istenen ütopyanın bıçkın ve hovarda rüyası... Tango işte... Evet... (Sürecek)

Yazı ve fotoğraflar, Tekin Sönmez, 20 Şubat 1996, Hürriyet Gazetesi